Nur'un Kahramanları

SAİD ÖZDEMİR

ÜSTAD’IMIZ BEDİÜZZAMAN Hazretleri tarafından “Risale-i Nur Naşiri” olarak vazifelendirilen Mehmed Said Özdemir Ağabey, risalelerde geçen adıyla “Tillolu Said,” 1930 Siirt/Tillo doğumludur. 1938’den itibaren Ankara’da yaşayan Said Ağabey, Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde “Ankara Gezici Vaizliği” dâhil muhtelif vazifeler yapmış ve Diyanet’ten emekli olmuştur. Üstad Said Nursi Hazretlerini ilk defa 1953’de Isparta’da, şimdi müze olan evde ziyaret ediyor Said Ağabey. 1956’da Atıf Ural, Mustafa Türkmenoğlu, Mehmet Emin Birinci gibi ağabeylerle beraber, Hz. Üstad’ın emriyle Sözler’in yeni harflerle ilk matbaa baskısını yapıyorlar. Sonraları Üstad’ımızın verdiği salâhiyetle tab işine devam ediyor. Bu hususta, Bediüzzaman’ın parmak izini taşıyan noterden tasdikli bir belge var elinde. Bediüzzaman’la defalarca görüşen Said ağabeye, Üstad’ımız hemen her seferinde neşriyatın ehemmiyetini telkin ediyor. Said Özdemir Ağabey, tam dokuz kere Medrese-i Yusufiye’lerde (hapishane) yatıyor, 25 kere de hakkında dava açılıyor. Said Ağabey, “Risale-i Nur Naşiri” olarak, İhlâs Nur Neşriyat ve aynı adlı internet sitesi ile bütün dünyaya çeşitli dillerde neşriyata devam etmektedir.

1969 senesinden itibaren, üniversite talebeliğimiz sırasında, Ankara’da çok defa dersini ve sohbetini dinlediğimiz Said ağabeye, evinde de çok ziyaretlerimiz oldu. Bizi her seferinde bir baba şefkatiyle kucaklıyor ve sabırla suallerimize cevaplar veriyor.

Said Özdemir ağabeyin diğer hatıraları, Ağabeyler Anlatıyor-7 kitabımızdan üvey annesi Münire Özdemir maddesinden okunabilir.

Bediüzzaman Said Nursi, Said Özdemir ve diğer ağabeyler

KABİR, ÂLEM-İ AHİRETE AÇILMIŞ BİR KAPIDIR…

Talebelik yıllarımızdaki görüşmelerimizden epey zaman sonra, 2000 yılında tekrar ziyaretine gittiğimizde Said Özdemir Ağabey, bizleri unutmuştu. 1973 senesinde, kendisinin de alâkalı olduğu başımızdan geçen bir hadiseyi hatırlattım kendilerine. Şöyle:

O zamanlar 1 Mayıs “Bahar Bayramı” diye tatildi. Biz de Ankara’da talebeyiz. Üç ay sonra okulumuzdan mezun olup öğretmen olcağız. 1 Mayıs Salı günü, hafta sonu tatili ile birleştirilince tatil süresi dört güne çıkmıştı. Said Ağabeyimizin de Chevrolet marka bir pikabı vardı. Kendisinden, İzmir’deki kardeşleri ziyaret etmek istediğimizi söyleyerek pikabı istedik. Arabayı Ulus’taki İhlâs Kitabevi’nin önünde, şoförlüğümüzü üstlenen “Malazgirtli Burhan Mollavelioğlu” kardeşle beraber Said ağabeyden teslim aldık.

İzmir yolundayız. Pikapta tam 11 kişiyiz, çoğumuz da üç ay sonra öğretmen olacak.

Gece, Uşak dershanesindeki derse iştirak ettik ve orada sabahladık. Derste Mesnevî-i Nuriye’den okunan mevzu, sanki biraz sonra başımıza gelecek hadiseye, hususan bir kardeşimize işaret ediyordu.

Sabah namazından sonra hemen yola çıktık. Sesli olarak namaz tesbihatı yapılırken birden arabamız takla atmaya başladı. Uşak-İzmir arasındaki o meşhur keskin virajlardan birinin altındaki uçuruma düşmüştük. Çoğumuzda ciddî bir yaralanma yoktu, fakat çok ihlâslı bir kardeşimiz, Antepli Mustafa Doğan’ın omurilik soğanı kesilmişti, hareket edemiyordu. Hemen yola çıkıp bir otobüsü durdurarak bindik. Herkes kelime-i şehadet getiriyordu. Kazanın dehşeti bir anda üzerimize çökmüştü.

Bizleri çeşitli hastanelere dağıttılar. Antepli Mustafa Doğan’ı ise durumu ağır olduğu için Ege Üniversitesi Hastanesi’ne yatırmışlar. Benim sağ yanağımda, kemik görünecek kadar derin bir kesik vardı. Salihli Devlet Hastanesi’ndeyim. Doktor, o günkü şartlarda hiç uyuşturmadan canlı canlı yüzümdeki yarayı kapatıp dikti. Ertesi gün taburcu olup İzmir’e vardık. Vâ esefâ… Antepli Mustafa Doğan’ın şehit olduğunu söylediler. Kendisini gözyaşlarıyla Ege Üniversitesi Hastanesinin morgunda görebildik. Mustafa üç ay sonra öğretmen olarak mezun olacaktı. Allah rahmet etsin ve şefaatine nail eylesin!

Uşak dersanesinde, bir gün sonra vefat edecek olan rahmetli Mustafa Doğan’ın ve hepimizin dinlediği en son ders:

“İ’lem Eyyühel-Aziz! Kabir, âlem-i ahirete açılmış bir kapıdır. Arka ciheti rahmettir, ön ciheti ise azaptır. Bütün dost ve sevgililer o kapının arka cihetinde duruyorlar. Senin de onlara iltihak zamanın gelmedi mi? Ve onlara gidip onları ziyaret etmeye iştiyakın yok mudur? Evet, vakit yaklaştı. Dünya kazuratından temizlenmek üzere bir gusül lazımdır. Yoksa onlar istikzarla ikrah edeceklerdir. Eğer İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî bugün Hindistan’da hayattadır diye ziyaretine bir davet vuku bulsa, bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarak ziyaretine gideceğim.

“Binaenaleyh İncil’de ‘Ahmet,’ Tevrat’ta ‘Ahyed,’ Kur’an’da ‘Muhammed’ ismiyle müsemma, iki cihanın güneşi, kabrin arka tarafında milyonlarca Farukî Ahmetlerle muhat olarak sakindir. Onların ziyaretlerine gitmek için niye acele etmiyoruz? Geri kalmak hatadır.” (Mesnevî-i Nuriye, 129)

Bediüzzaman’ın parmak izini taşıyan noterden tasdikli neşir yetki belgesi

BİR YERE GİDERKEN HİZMETİ NİYET EDİN

Trafik kazamızdan sonra İzmir nur cemaati ayağa kalkmıştı. Herkes dualar ediyor, yardım için koşuşturuyordu. O sırada kaza yaptığımız pikabın sahibi ve bir ağabeyimiz olarak Ankara’dan Said Özdemir geldi. Arabası çok hasarlı olduğu halde, sormadı bile… Bizleri teselli etti… Hiçbir zaman unutmadığım bir tavsiyede bulundu. Şöyle dedi:

“Herhangi bir yere giderken, dünya işi için bile olsa muhakkak hizmeti niyet ediniz, hizmetle alâkalı bir iş yapınız. Tâ ki başınıza gelen her hadise hizmet hesabına geçsin…”

Hz. Üstad’tan da şu hatırayı nakletti:

Üstad Said ağabeye diyor ki: “Kardeşim! Artık siz hizmeti düşünmeyin, Risale-i Nur kendisi tevessü eder. Siz aranızdaki uhuvveti, tesanüdü, muhabbeti muhafaza edin. Cenab-ı Hak en muhalife bile bu hizmeti yaptırabilir…”

Mustafa Doğan’ın cenazesi bir taksi tutularak memleketi Antep’e götürüldü. Yaralıyız diye bizi bırakmadılar. İşte bu hazin hadiseyi 27 sene sonra, 2000’de kendi evinde Said ağabeye hatırlattım.

Yüzümdeki yara izini inceledi, “O zaman çok üzülmüştük, Mustafa’ya, Allah rahmet etsin!” diyerek duygulandı. Arabayı sonradan tamir ettirip sattığını söyledi…

ÜSTAD’IMIZIN KAYITLI SESİ

Said Özdemir ağabeyde Üstad’ımızın kayıtlı sesi olduğunu biliyorduk. Sağ olsun, evinde bizlere dinletti… Önce Hüsnü Bayram ağabeyin okuduğu Yirmi İkinci Söz’ün, Birinci Bürhanı’nı dinledik. Sonra yedi dakika süren, Aziz Üstadımız Bediüzzaman’ın, hizmetindeki talebeleriyle olan konuşmalarını dinledik. Bu ses kaydı, 1958 senesinde Mustafa Sungur Ağabey tarafından gizlice yorganın altına teyp konularak yapılmış. Said Ağabey böyle dedi… Konuşmalardan, Üstad’ımızın etrafında Bayram, Zübeyir, Tahiri, Hüsnü, Sungur ağabeylerin olduğu anlaşılıyor. Hepsinin de sesi net olarak belli. Hz. Üstad, şefkat kanatları altına aldığı sevgili talebelerinin hepsiyle kelâmda bulunuyor. Üstad’ımızın sesi çok şefkatli, talebelerinin hepsiyle alâkalanıyor, her şeyi takip ediyor Üstad’ımız…

Hatırladığım sesler: Zübeyir Ağabey, Ramazan dolayısıyla İnebolulu Ahmed Nazif Çelebi ve diğer talebelerinden gelen tebrikleri okuyor Üstad’a. Hz. Üstad: “Gazetelerde bizimle alâkalı haber var mı?” diyor. Zübeyir Ağabey: “Yok Üstad’ım” diyor. “Bayram niye geç kaldın?” diye soruyor Üstad’ımız. Tahiri Ağabey: “Bizim damat gelmiş Üstad’ım.” Üstad da: “Git git, görüş” diyor. “Görüştün mü?” Tahiri Ağabey: “Yok Üstad’ım, gitmiş” diyor. Bayram Ağabey birkaç kere: “Benim hakkım bir tane Üstad’ım”, “Benim hakkım bir tane Üstad’ım” diyor. Bazı yerlerde Hz. Üstad’ın konuşmasını anlayamıyoruz.

M. Said Özdemir, A. Vehbi Ünlü ve Ömer Özcan’a kendi evinde bilgisayarının başında Hz. Üstad’ın sesini dinletiyor.

BU SES KUTUSUNDAN HER DERSANEYE BİRER TANE ALINSIN

Said Özdemir Ağabey kendisinin Hz. Üstad’ın sesini kaydetme teşebbüsünü ve Sungur ağabeyin gizlice Üstad’ın sesini kaydetmesini şöyle anlattı:

“Bir gün Grundig marka makaralı bir teyp alarak Üstad’a götürdüm. Daha evvel ağabeylerden ders kaydetmiştim. Üstad’ımızın önüne koydum, teybi açtım. Üstad ilk defa teyp görüyordu. Baktı ki teyp, Risale-i Nur okuyor. Üstad yarım saat elini yanağına koyarak dinledi. Sonra: ‘Maşaallah! Kardeşim, bu ses kutusundan birer tane her dersaneye alınsın.’ dedi.

“Benim niyetim, Üstad’ın sesini almaktı. Üstad’tan izin istedim, ‘Üstad’ım, sizin sesinizi alalım, sohbet edelim, bir hatıra olur’ dedim. ‘Yok, caiz değil’ dedi. Birkaç kere ısrar ettim, izin vermedi. Sonra Ceylan Ağabey, ‘Ben alırım’ dedi ve teybi bir uzatma kablosuyla cereyan (elektrik) alarak, Üstad’ın arkasına gizlice koydu… Üstad bizlere doğru dönük, teybi görmesi mümkün değil. Ceylan Ağabey fişi taktı; fakat Üstad da birden susmaya başladı, hiç konuşmuyor. Bekledik bekledik, konuşmadı. Sanki arkasını görüyordu… Evet, kerametle fark ettiğinden hiç konuşmuyordu. Ne zaman Ceylan Ağabey fişi çekti, Üstad da hemen konuşmaya başladı.

“Bazı hikmetlere binaen Üstad’ımızın sesi çok az olarak alınabilmiş. Sonradan Sungur Ağabey, yorganın altına küçük bir teyp koyuyor. Yedi dakikalık bir şey var, ama bazı yerleri az anlaşılmıyor. İşte bir tek o hatıra kaldı…”

ÜSTAD DÖRT ŞEYİ SAKLADI: ELİNİ, YÜZÜNÜ, SESİNİ, KABRİNİ…

Said Ağabey anlatmaya devam ediyor: “Ben burada şu dersi çıkardım. Üstad’ımız dört şeyi saklamış: Elini, yüzünü, sesini, kabrini… Tâ ki insanlar şahsına değil, Risale-i Nur’a teveccüh etsinler.

“Elini öptürmezdi. Ben bazen zorla öperdim, ‘Kardeşim! Bu et ve kemik… Şimdi bana tokat atmış gibi oldun’ derdi, elime vururdu.

“Yüzüne baktırmazdı. Yüzüne muhabbetle baktığımızda, ‘Kardeşim! Gözünü indir, yüzüme bakma, bana nazar değiyor, isabet-i ayn oluyor’ derdi.

“Sesi son zamanlarında kısıldı. Öyle ki, Zübeyir Ağabey dudak kıpırdatmasından Üstad’ın meramını anlıyor ve bize anlatıyordu. Eğer şimdi sesleri olsaydı, risale okumaz, sesini dinleyelim diye toplanırdık. Üstad’ımızın dinlediğiniz sesini İhlâs Nur Neşriyat’ın hazırladığı ‘Bediüzzaman CD’sine koysam; Üstad müsaade eder mi acaba diye düşündüm… İstihareye yatıldı, fakat Üstad yine izin vermedi. Onun için bu sesi yayılmasın diye hiç kimseye vermiyorum. Birisi, dinletirken benden habersiz gizlice teyple kayıt yapmış, sonradan duyunca canım sıkıldı. Sonra duydum ki tokadını yemiş, elleri tutmaz olmuş… CD’de sadece Üstad’ımızın ‘Maşaallah’ sesi var.”

Said ağabeye Üstad’ımızın günlük konuşmaları ile Risale-i Nurlardaki ifade farkını sordum. Bize: “Risale-i Nurlardaki belagatin çok başka olduğunu, çünkü risalelerin ilham-ı İlâhî olduğunu” söyledi.

KADER-İ İLÂHÎ ONUN MEZARINI KAYBETTİRİYOR

“Üstad, kabrini de sakladı. Kabri Urfa’da iken her gelen bir avuç toprak alıp gidiyordu. Hâlbuki Üstad, ‘Risaleleri okumak on kere benimle görüşmekten daha istifadelidir’ diyordu. Bir mektup geldi bize; ‘Cenab-ı Haktan niyazım odur ki, benim kabrimi birkaç talebemden başkasına bildirmesin…’ diye… O mektupta bir sual vardı: ‘Üstad’ım! Kabri ziyarete gelenler Fatiha okur, hayır kazanır; acaba siz ne hikmete binaen kabrinizi ziyaret etmeyi men ediyorsunuz?’ ‘Risale-i Nur’daki azamî ihlâsı kırmamak için ve o ihlâsın sırrıyla, kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum. Hem şarkta, hem garpta, hem kim olursa olsun okudukları Fatiha’lar o ruha gider. Said Nursî.’

“İşte bazı avam, ‘Yarabbi! Şu mübarek kulunun yüzü suyu hürmetine…’ diyeceğine; o yatandan hastasına şifa, işlerine kolaylık istiyor. Biz o zaman düşündük ki: Üstad vefat ettiğinde onun mübarek cenazesini gizlice götürüp defin mi edecektik? Ama Cenab-ı Hak duasını kabul etti ki, Urfa’daki kabri bile o günkü ihtilâl hükümetine korku verdi. Kabrini kaybedelim diye karar verdiler. Üstad’ın küçük kardeşi Abdülmecit rahmetli hayattaydı. Konya’da emekli muallimdi. Onu uçakla Konya’dan alıyorlar, zorla bir dilekçe imza ettiriyorlar, ‘Ağabeyimin kabri burada rahatsız ediliyor, kabri buradan kaldırılsın’ diye…

“Bana bizzat kendisi de anlatmıştı. ‘Urfa etrafını tanklarla çevirdiler, askerleri getirdiler, balyozlarla mer- mer olan mezarı kırdılar. Kabir başında güzel bir mermer vardı. Üstünde de Üstad’ımızın, ‘Fâniyim, fâni olanı istemem. / Âcizim, âciz olanı istemem. / Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem. / İsterim, fakat bir yâr-ı baki isterim. / Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. / Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim’ diye eski yazıyla sözleri vardı. Bunların hepsini kırıyorlar. Abdülmecit Ağabey demişti: ‘Mübarek üstadın cesedi pırıl pırıldı, 111 gün geçtiği halde hiç çürüme olmamış… Bizi uçağa bindirdiler geceleyin uçtuk. Bir uçak meydanına indik. Askerî cemseler geldi, bir hayli gittik. Bir mezarlığa geldik, askerler kazdı, sandukayı defnettiler; aynı yolla geceleyin beni geri getirdiler.’

Nur Talebeleri, Risale-i Nur’dan dolayı muhakeme edildikleri Konya Mahkemesinden avukatları ile beraber çıkarlarken. (Soldan sağa) Zeki Birbilir, M. Said Özdemir, Avukat Bekir Berk, Mustafa Sungur, Hasan Nevruz

“Hem gece, hem karanlık, hem de Abdülmecit Ağabey ihtiyar olduğundan neler oldu bilmiyoruz… Fakat kader-i İlâhî kaybettirmiyor… O memleketteki kardeşler bir mezar kazarken Üstad’ın sandukasına rastlıyorlar. Hemen bir kısım ağabeylere haber veriyorlar. Bizim de haberimiz oldu. Oradan kaldırıp esas kendisinin arzu ettiği yere götürüp defnettiler, şimdi orada…

ÜSTAD MEZARININ YIKILACAĞINI BİLDİRMİŞTİ

“Üstad tam 40 sene evvel kabrinin yıkılacağını haber vermişti. Biz bu ‘Eddai’ şiirini Üstad hayatta iken 1955’lerde yeni harflerle neşretmiştik.

EDDAİ

Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde,

Said’den yetmiş dokuz emvat bâ-âsâm âlâma.

Sekseninci olmuştur mezara bir mezar taş,

Beraber ağlıyor hüsran-ı İslâma.

Mezar taşımla pür-emvat enîndar o mezarımla

Revânım saha-i ukbâ-yı ferdâma.

Yakînim var ki, istikbal semâvâtı, zemin-i Asya

Bâhem olur teslim yed-i beyzâ-yı İslâma.

Zira yemin-i yümn-ü imandır,

Verir emn ü eman ile enâma.

“Üstad ‘Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde’ derken mezarının yıkılacağına açıkça işaret ediyormuş. Biz ‘Mezar yıkılır mı? Herhalde burada bir mecaz, bir işaret, bir remiz, bir hikmet var!’ diye düşünürdük. Fakat hakikaten mezarı balyozla kırılıp yıkıldı…

“Vefatı da tam 1379. ‘Said’den yetmiş dokuz emvat bâ-âsam âlâma.’ Burada 79’la, vefat tarihini tam olarak söylüyor. Hicri 1379, milâdî olarak 1960 yapar!

“1380’de ihtilâl oldu, onu da ‘Sekseninci olmuştur, mezara bir mezar taş. Beraber ağlıyor hüsran-ı İslâm’a.’ Hicri 1380’de olan 27 Mayıs ihtilâlını ‘Hüsran-ı İslâm’ olarak gösteriyor.

“Fakat Üstad sonunda güzel müjdeler veriyor bize. ‘Yakînim var ki, istikbal semâvâtı, zemin-i Asya. Bâhem olur teslim yed-i beyza-yı İslâm’a.’ Yani gerek istikbal semavatı Avrupa ve gerek Asya, İslâm’ın hakikatlerine teslim olacaklar. İnşaallah bu müjdeler de çıkacak.

“‘Zira yemin-i yümn-i imandır. Verir emn-ü eman ile enâma…’ Zira imanın bereketi insanlığa emn ve emniyet, sulh, huzur ve saadet getirecektir. İnşaallah o müjdeleri de göreceğiz. Asr-ı Saadet’e yakın bir asır göreceğiz. Yalnız şu şartla ki: Beşer hatasıyla Kur’an’a sarılmayıp Kur’an’ı bırakır, vaktinden evvel bir kıyamet kopmazsa…”

ÜSTAD’IM, RADYODAN RİSALE-İ NUR OKUYACAĞIM

Said Özdemir ağabeye radyodan okuduğu dersi sorduk.

“1957 senesinde Berat Kandili’ydi. Hacı Bayram Camii’nde ‘On Yedinci Mektup” ile Tarihçe-i Hayat’tan ‘Ey âlem-i İslâm uyan! Kur’an’a sarıl…’ mevzularını okudum. Naklen yayın yapıldı. Radyo, 10 dakika zaman verdiği halde ben 20-25 dakika kadar okudum.

“Önceden Üstad’a telgrafla, ‘Üstad’ım, radyodan Risale-i Nur okuyacağım’ diye haber vermiştim. Üstad’ımız Isparta’daydı. Arabaya inmiş, radyoyu açarak dinlemiş.

Çok memnun olmuş ve ‘Said beraat etti’ diyerek iltifatta bulunmuş. Ertesi günü Ulus Gazetesi, ‘Dün gece Nurcular cihat ilân ettiler’ diye büyük bir manşet atmış, Sadun Tanju diye birisi hakaret etmiş. Mahkemeye verdik. O da bizi mahkemeye verdi.”

ÜSTAD MEKTUPLARI TASHİH EDERDİ

Said Özdemir ağabeyin evindeyiz. Bir kardeşimize Tarihçe-i Hayat’tan “Ankara Nur Talebelerinin Bir Mektubu” kısmını okuttu. Dersten sonra hemen sordum: “Üstad’ımız buna benzer mektupları aynen neşreder miydi, yoksa tashih ettikten sonra mı neşrederdi?” Cevap: “Üstad Hazretleri böyle mektupları, tashih ettikten sonra neşrederdi. Hem şahsıyla alâkalı yerleri çıkarır, hem de meslek ve meşrebimize göre tashih ederdi.”

ÜSTAD İSRAFI SEVMEZDİ, FAKAT…

Said Ağabey Yirmi Dördüncü Mektup’tan: “Ey kanaatsiz, hırslı ve iktisatsız, israflı ve haksız şekvalı gafil insan! Kat’iyen bil ki: Kanaat, ticaretli bir şükrandır; hırs, hasaretli bir küfrandır. Ve iktisat, nimete güzel ve menfaatli bir ihtiramdır. İsraf ise, nimete çirkin ve zararlı bir istihfaftır…” kısmını okurken şu hatırayı anlattı: “Bir gün Üstad’a vardığımda dedi ki: ‘Kardeşim! Bugün bin lira tayınat dağıttım, hiç gözümde yok. Fakat bir gün Zübeyir’i fırına ekmek almaya gönderdim, 2,5 kuruş üstünü almadan gelmiş, bunu hiç unutamıyorum!’ Üstad Hazretleri, Risale-i Nurların onda bir hakkını vakıflara tayınat olarak dağıtırdı.

KENDİ ESERİMİ KENDİ PARAMLA ALMAM LAZIM

“Risaleler 600 bin nüsha el yazısı ve teksir ile çoğaltılmıştı. Biz 1953’te Üstad hazretlerine mülâki olduğumuzda: ‘Kardeşim! Artık biz yetiştiremiyoruz. Bundan sonra artık bu risaleler matbaa lisanıyla basılacak ve bütün Türkiye’ye, bütün dünyaya yayılacak’ dedi. Kendisi biriktirmiş 1200 lira, kim bilir bu zamanın parasıyla kaç para eder, belki parasının yüzde 95’ini, yüzde 98’ini verdi ve: ‘Bunu götürün, matbaalarda kâğıt alıp bastırın’ dedi. Büyük Sözler’i daktilo yapmışlar. Bunu Ankara’ya götürdüm, diğer kardeşlerle birlikte birkaç yerden de biraz borç aldık ve bastırdık. (1956)

“Sözler’i bastırıp Üstad’a götürdüğüm zaman o kadar sevindi ki, sanki dünyayı bağışlamışız gibi bize kalktı sarıldı, kitabı bağrına bastı. Odada böyle dönüyor… ‘Kardeşim! Ben şimdi ahirete gitsem gözüm arkada kalmaz; çünkü şimdiki neslin okuyacağı anlayacağı bir lisanla ellerine bu Kur’an hakikatleri geçti. Elhamdülillah ben vazifemi yaptım!’ dedi.

“Sonra Üstad hemen keseyi çıkarttı, ‘Parasız almak istemiyorum’ dedi. ‘Üstad’ım, bu kendi eseriniz, aynı zamanda da bu işin içinde paranız var, para mı vereceksiniz?’ dedim. Dedi ki: ‘Evet kardeşim, bu işin ihlâsla olması için, ben kendi eserimi kendi paramla almam lazım.’1 O zaman Sözler’in fiyatı 25 liraydı. 25 lira verdi ve bir Sözler aldı.

“Düşünün, bir müellif, eseri kendisi yazar, parasıyla bastırır, sonra parasını vererek o eseri satın alır… İhlâsın derecesi! Tabi bu bir örnek oldu. O gün bugün biz bu eserleri matbaalarda basarız, çeşitli yerlere göndeririz; biz de diğer kardeşlerimiz de maaş almayız. Bize dedi ki: ‘Bunları herkese vermeyin, her 25 lira verene vermeyin, 25 kişiye okutturacağım diyenlere verin, çünkü bunun esas fiyatı okutturmaktır.’

“Ve sonradan Mektubat, Lem’alar, İşaratü’l-İ’caz, Tarihçe-i Hayat’ı… verdi. Bu şekilde neşriyatı bizzat takip ediyordu, bir forma çıktığı zaman kendisine bir kuryeyle ya Emirdağ’a, ya Isparta’ya gönderiyorduk. Mesela Zübeyir ağabeye veriyor, kendisi de eski yazılı nüshayı alıyor, ‘Oku bakalım’ diyor.

“Bu şekilde tetkik ve tashih ediliyor. Eğer bir yanlışlık varsa geri gönderiliyor, biz de baskıyı düzeltiyorduk. Bütün eserler bizzat kendi tashihatından geçtikten sonra basılmıştır. O zamandan beri hiçbir kelimesi değişmemiştir.

“Yanındaki ağabeyler anlatırdı. ‘Ya Rabbi, bana bir ömür daha ver, Mektubat’ı da göreyim…’ Mektubat basılınca, Lem’alar için dua edermiş. İşte bu şekilde Üstad bütün eserlerin baskısı ikmal edilince, malum Urfa’da 23 Mart 1960’ta dâr-ı bekaya gittiler.

DENİZLİ HAPSİNDE YAPILAN ZEHİRLİ İĞNE

“Denizli hapishane idaresine bir emir geliyor, ‘Bediüzzaman’ı yok edin!’ diye… Düşünüyor hapishane idarecileri, ‘Aşı yapılacak’ diye bir şayia çıkartıyorlar. Ve Üstad hazretlerinin iğnesine yüzde 100 zehir dolduruyorlar. Üstad’ın kalbinin hizasında şırıngayı yapıyorlar. Sıktıkça zehirin bir kısmı geri taşıyor, ama bir kısmı da içeri giriyor. Orada bu harika halden dolayı, iğneyi yapan, ‘Biz hata yapıyoruz!’ deyince Üstad, ‘Biliyorum evlâdım, beni öldürmeye çalışıyorlar fakat Allah’ın öldürmediğini kimse öldüremez’ diyor.

“Fakat içeri giren o az zehirle bile Üstad komaya giriyor. Oradaki 40-50 talebesi büyük bir üzüntü içerisinde ‘Üstad vefat ediyor!’ derken, ‘Hafız Ali’ talebesi bir kenara çekiliyor ağlaya ağlaya: ‘Ya Rabbi! Eğer o ölecekse onun yerine ben öleyim. Ya Rabbi! Eğer onu alacaksan onun yerine beni al’ diye dua ediyor. Demek halisane dua ediyor ki Cenab-ı Hak duasını kabul ediyor. Biraz sonra hastalanıyor, hastaneye kaldırıyorlar ve kendisi orada şehit oluyor. (17 Mart 1944)

“Zehir deri altında siyah lekeler halinde kalmış, yara ve irin olmuş, iki sene o yara kapanmamış. Üstad Hazretleri şifa bulup kalkıyor. Meyve Risalesi’nde bu hadise şöyle izah edilmektedir:

“‘Aziz, sıddık kardeşlerim! Ben merhum Hafız Ali’yi unutamıyorum. Onun acısı beni çok sarsıyor! Eski zamanlarda bazen böyle fedakâr zatlar, kendi dostu yerine ölüyorlardı. Zannederim o merhum benim yerimde gitti…

“‘Risale-i Nur’un bir şehit kahramanı olan merhum Hafız Ali, hapiste Meyve Risalesi’ni kemal-i aşkla yazarken ve okurken vefat edip kabirde melâike-i suale mahkemedeki gibi Meyve hakikatleriyle cevap verdiği misillü, ben de ve Risale-i Nur şakirtleri de, o suallere karşı Risale-i Nur’un parlak ve kuvvetli hüccetleriyle istikbalde hakikaten ve şimdi manen cevap verip onları tasdike ve tahsine ve tebrike sevk edecekler inşaallah.’

İSTİKAMET ŞEHİDİ BİNBAŞI ASIM BEY

“Burdurlu, binbaşılıktan emekli Asım Bey var. Üstad Hazretleri okuması için ona birkaç tane Risale vermiş. O zaman evlerde aramalar yapılıyor, Asım Bey’in evinde de eserler bulununca, derhal sorgu hâkimliği takibata başlıyor. Sorgu hâkimliği kuruluyor, Bediüzzaman Hazretleri de getiriliyor…

“Hâkim diyor ki: ‘Bu eserleri sana kim verdi?’ Eğer ‘Bediüzzaman verdi’ dese 163. Madde’nin ikinci fıkrasından dolayı, propaganda yaptığı için Bediüzzaman hazretlerine en azından iki sene veya bir sene ceza verecekler… Kendi istifadesinden dolayı Asım Bey, Bediüzzaman hazretlerinin hapse girmesine ruhu kat’iyen kaldırmıyor. Yalan da söyleyemiyor; hayatta yalan söylememiş bir insan.. O anda: ‘Ya Rabbi, şu anda benim canımı al’ diyor. Demek ki o kadar ihlâslı söylemiş kii hâkimin önünde ‘Lâ ilâhe illâllah’ diyor, ruhunu teslim ediyor. 18 Mayıs 1935 tarihli Tan gazetesi ‘Bir Nurcu, ifade verirken hâkim önünde öldü!’ diye yazıyor…

“Bu zata Bediüzzaman Hazretleri daha evvelden mektup yazıyor. ‘Kardeşim! Sizin gibi halis, sadık, fedakâr talebelerim olduktan sonra artık ben ebedî hayata gidebilirim.’ Asım Bey cevaben yazdığı mektupta: ‘Üstad’ım! Benim Allah’tan niyazım odur ki, ben sizden evvel kabre gideyim. Arkamdan gönderdiğiniz manevî hediyelerle kabrimde mesrur olayım. Ahiret kapısına geldiğiniz zaman ilk önce sizi ben karşılayayım…’ İşte bu mektuba Bediüzzaman Hazretleri el yazısıyla bir haşiye yapıyor. ‘Bu, şehadet fermanıdır’ diyor.”

Tarihçe-i Hayat’ta Binbaşı Asım Bey’in şehadeti izah edilmektedir:

“Binbaşı merhum Asım Bey, isticvap edildi. Eğer doğru dese, Üstad’ına zarar gelir ve eğer yalan dese, 40 senelik namuskârane ve müstakimane askerliğinin haysiyetine çok ağır gelir diye düşünüp, ‘Ya Rab, canımı al!’ diyerek 10 dakikada teslim-i ruh eyledi. İstikamet şehidi oldu ve dünyada hiçbir kanunun hata diyemeyeceği bir muavenet-i hayriyeye ve bir tasdike hata tevehhüm edenlerin çirkin hatalarına kurban oldu. Evet, Risale-i Nur’dan tam ders alan, bir su içer gibi, kolayca terhis tezkeresi telâkki ettiği ecel şerbetini içer. Eğer benden sonra dünyada kalan kardeşlerimin teellümlerini düşünmeseydim, ben de âlicenap kardeşim Asım Bey gibi ‘Yâ Rab! Canımı da al’ diyecektim.”

“Bu dava için bakın ne canlar verilmiş… Bu kitaplar şimdi kolayca elimize geçiyor, ama bunun kıymetini bilmek lazım. Binlerce gencin imanının kurtulmasına vesile oluyor. Ankara’da bizim bir tane dershanemiz vardı. Bir yerde ders olduğu zaman 150-200 üniversiteli geliyor. Her türlü gayrimeşruluğu bırakıp derhal namaza başlıyorlar. Kurtulan insan, diğer insanların da kurtulması için hizmete başlıyor.

BİR DİĞER ŞEHİT DE HASAN FEYZİ…

“Denizli’de Muallim Hasan Feyzi, ‘Dahi nezrim bu ki canım sana kurban olacak’ diye şiirler yazıyor. Üstad Hazretleri ölümcül hasta olunca bu zat da dua ediyor, ‘Ya Rabbi! Onun yerine beni al; tâ o daha yaşasın, hizmet etsin… Daha hizmet tamamlanmamıştır. Daha binlerce genç ıslah olsun’ diye kendi ruhunu feda ediyor. (1946) Üstad Hazretleri diyor: ‘Benim bedelime gitti.’ Böyle hadiseler yaşanmış, bunları ben birer misal olarak arz ettim.

ÜSTAD’LA SON GÖRÜŞMEMİZ ÇOK HÜZÜNLÜ OLDU…

“Ankara’da neşriyat devam ederken sormak istediğimiz şeyler oluyordu. Biz Ankara’da, ‘Şunu soracağız, bunu soracağız…’ diye hazırlık yapıyor, gidip Üstad’a soruyorduk. Emin olun, gittiğimde ben hiç sormadan Üstad Hazretleri, bizim sormak istediğimiz şeylerin cevaplarını veriyordu.

“Üstad’a her gittiğimde daima içimden geçirirdim, ‘Keşke diğer ağabeyler gibi daima yanında bulunsam, hizmetini görsem, sohbetinde bulunsam…’ diye. Her seferinde de benim bu niyetimi biliyordu. ‘Kardeşim, Ankara’da eserler basılıyor, orada hizmet var; biletini alsınlar, hemen git’ derdi.

“Üstad’ı son bu ziyaretimde: ‘Kardeşim bu gece misafirimsin, bu gece benim yemeğimi yiyecek, benim yatağımda yatacaksın’ dedi. Dersten sonra ağabeylerin odasına çekildik. Baktım ki Üstad yalnız yemek yiyor, menemen gibi bir karışım; yumurta, yoğurt, pirinç… Yarısını yemiş, kalanını bana verdi. Dedi: ‘Kardeşim bunu yiyeceksin; yalnız kabını yeme, kabı bana lazım!’ ‘Peki Üstad’ım, kabını yemem!’ dedim.

“Üstad bazen lâtife yapardı. Bu, Âl-i Beyt’in bir hassası imiş… Hz. Peygamber ile Hz. Ali hurma yiyorlar. Peygamber (a.s.m.), o görmüyormuş gibi çekirdekleri Hz. Ali’nin önüne atıyormuş lâtife olsun diye. Sonra bakmışlar Hz. Ali’nin önünde çok çekirdek var, ‘Ya Ali,’ demiş, ‘ne kadar çok yemişsin!’ Hz. Ali durur mu? ‘Ya Resulallah, çekirdeğiyle yutana ne buyrulur?’ demiş. Üstad da ‘Kabını yeme, kabı bana lazım!’ diye lâtife yapıyordu…

“Biraz sonra baktık Üstad kendi eliyle yorganını getirdi. Bundaki hikmeti sonradan anladım. Sonraki senelerde hapishanelerde bize suikastlar yapıldı. Sanki o yorgan, hapishanelerde bize kalkan olmuştu. Mesela Ankara Ulucanlar Cezaevi’nde ranzada yatıyoruz; altta beş-altı kişi, üstte beş-altı kişi. Ben üstte yatıyorum. Yanımda cinayetten birisi var. Yataklar yan yana…

“Sabahleyin kalktım, ‘Şimdi elime düştün mü!’ dedi. ‘Ne olmuş?’ dedim. ‘Sen emniyette bana işkence ettiren, öldüresiye dövdüren müdür değil misin?’ dedi. ‘Yok canım, sen yanlışsın, ben Risale-i Nur’u bastırmaktan dolayı geldim’ dedim. ‘Yok! Sen o müdürsün. Beni öyle bir dövdürdün ki beni öldüreceklerdi…’ dedi. Bir-iki saat konuştum; tevkif müzekkeresini, kitapları gösterdim, ‘Sen yanılıyorsun!’ dedim. Sonra adam kani oldu ve dedi: ‘Seni Allah korudu. Ben bıçağı hazırlamıştım, sen yatıp uyuyunca seni öldürecektim.’ Tabi bütün Üstad’ın duası… Hatta ben gittikten sonra Sungur Ağabey: ‘Üstad ellerini kaldırıp sana çok dua etti’ dedi.

“Sabahleyin kalktığımızda Üstad: ‘Kardeşim! Menderes bizi anlayamadı, bizim ona himmetimizi duamızı bilemedi. Ben yakında gideceğim, onlar da böyle tersyüz olacaklar!’ Elini öptüm, ayrılacağım, baktım Üstad sıkıntılı, üzüntülü, tâ sofaya kadar geldi. Hâlbuki daha evvel gelmezdi. Tekrar sarıldı. Demek, bu son görüşmemizmiş…

“Dedi: ‘Kardeşim! Sana son nasihatim: Hizmeti düşünmeyin; Cenab-ı Hak, en muhaliflere bu hizmeti yaptıracak. Sizin düşüneceğiniz, uhuvvet, muhabbet, ittihat, tesanüttür.’ Ben aşağı indim, baktım Üstad üst katta elleriyle bana ben kayboluncaya kadar selâm veriyordu.

“Sonra hapse girdim Sikke-i Tasdik-i Gaybî’den dolayı… Üstad, Emirdağ’dan Isparta’ya, oradan Urfa’ya gitti ve Urfa’da dâr-ı bekaya irtihal etti. Son görüşümüz böyle oldu.

MENDERES RİSALE-İ NURLARI OKULLARDA OKUTSAYDI…

“Üstad, Menderes’te İslâmî bir hüviyet görmüştü. 1950’de Demokratlar iktidar olunca Üstad istedi ki; bu hakikatler Diyanet veya Maarif eliyle neşrolunsun, tâ ki bu gençlik iman ve İslâm hakikatlerine aşina olsun, imanlı ahlâklı birer fert olarak yetişsinler. Bunun için Menderes’e çok haberler gönderdi. ‘İslâm Kahramanı Adnan Menderes’ diye hitap ediyordu ona, dua ediyordu. Hatta duasından bir tanesine ben şahit oldum:

“17 Şubat 1959 tarihinde İzmir’de mahkememiz vardı, dönüşte Isparta’da Üstad’ı ziyaret ettik. Gece yarısı Üstad’ın yanındayız. Üstad ders yapıyordu. Bize, ‘Kardeşim! Acayip… Ben bu gece Menderes’e dua ettim’ dedi. Üstad keramet gösteriyordu. Meğerse o saatte Menderes’in uçağı Londra’da düşmüş, parçalanmış… 24 kişilermiş; milletvekilleri, bakanlar varmış. 14’ü ölüyor, 10’u sağ kurtuluyor. Demek Cenab-ı Hak, Üstad’ın duasını kabul ediyor… Ertesi gün bütün gazeteler, ‘Menderes’in uçak kazası geçirdiğini, 14 kişinin öldüğünü, Menderes’in sağ kaldığını…’ yazıyordu. Üstad, İslâmî bir icraat yapsın diye dua ediyordu, yoksa partisiyle hiçbir alâkası yoktu.

“Üstad Menderes’i ikaz eder, başına gelecekleri açıkça söylerdi. Bir mektup yazarak: ‘Başınıza gelecek büyük bir musibet görüyorum. Bunun sadakası ikidir: 1. Risale-i Nurları neşret, mekteplerde okut. 2. Ayasofya’yı cami yap.’ Biz bu mektubu çoğalttık ve bütün mebuslara, devlet idarecilerine gönderdik. Mebus Dr. Tahsin Tola’yı gönderdi. Tahsin Tola, Üstad’ın isteğini Menderes’e söylüyor. Menderes, ‘Diyanet’e söyle, yapsınlar’ diyor. Hâlbuki kendisi telefon etse başka olurdu… Neyse Tahsin Bey Diyanet’e geldi, ben de oradaydım. Eyüp Sabri Hayırlıoğlu Reis’ti. Ona: ‘Menderes’in selâmı var, bu eserleri neşredeceksiniz’ dedi. Reis çok çekiniyordu. ‘Bunu ben bir Celal Bayar’a sorayım’ dedi. Hâlbuki Bayar muhalifti zaten, ona da soramıyor. O zaman Diyanet’e bakan, Menderes’in müsteşarı Ahmet Salih Korur’a soruyor. O da kızıyor: ‘Onun isminin olması, bu eserlerin basılmaması için bir sebep değil mi?’ diyor ve reddediyor.

“Emin olun, eğer bu eserler mekteplerde okutulsaydı memlekette anarşi olmazdı. Üstad Hazretleri üzüldü tabi… Ankara’ya geldi, Ankara’da üç gün kaldı. Birçok milletvekili geliyor ve memleketin, âlem-i İslâm’ın durumu hakkında sualler soruyorlardı. Üstad Hazretleri onlara çok güzel cevaplar veriyordu. Hiç siyasetle alâkadar değildi; fakat herhangi bir bahis açıldığı zaman en büyük bir diplomat gibi, memleketin kurtuluşunu; Avrupa’nın Amerika’nın, Rusya’nın durumlarını yağdan kıl çeker gibi ortaya koyar ve çıkış yollarını gösterirdi. Hükümet ona gizli bir müşavir olarak baksaydı, bugün Türkiye’nin durumu başka olurdu. Ankara’da (Beyrut Palas Otelinde) üç gün kaldı.

MENDERES ÜSTAD’IN DEDİKLERİNİ YAPSAYDI…

“Hz. Üstad sonraki gelişinde Bahçelievler’de bir evde üç-dört gün kaldı. İstanbul’a gitti. Fakat o zaman bütün gazeteler Üstad’a kilitlendi, bütün gazeteler Üstad’tan bahsetmeye başladı. Türkiye’de bir Nur havası esmeye başladı. Muhalefet lideri İnönü buna çok kızdı ve beyanat vermeye başladı. ‘Menderes, Said Nursî’yi seçim propagandası için kullanıyor’ diye… Menderes korktu ve emir çıkarttı, ‘Said Nursî bir daha Ankara’ya gelmesin’ diye. Bu karar sadece Emniyet’e gitmiş, Üstad’a tebliğ edilmemiş…

“Üstad Hazretleri bir gün (12 Ocak 1960) Emirdağ’dan çıkmış, Ankara’ya geliyor… Bunu Emniyet haber almış. Bizim de haberimiz yok… Ulus’ta bir dershanemiz vardı, sabah namazından sonra yatmıştık. Birden polisler bizim dershaneyi bastılar, bizi uyandırdılar. Dediler: ‘Kalkın giyinin, sizi götüreceğiz!’ ‘Ne var?’ dediğimizde söylemediler. Bizi 10-15 kişi Birinci Şube’de bir odaya koydular. Daha evvel güya tertibat almış oluyorlar. Velhâsıl yolda Üstad geliyor. O zamanki Emniyet Müdürü Niyazi Bicioğlu isminde bir zat idi. O, arabasını ters çevirtiyor Gölbaşı’nda: ‘Ankara’ya girmeyeceksiniz!’ diyor. Üstad Hazretleri diyor ki: ‘Benim gıyabî tevkifim yok, hapis değilim, sizin kanunlarınıza göre her tarafı gezebilirim. Ben sizi dinlemiyorum, hükümetinizi de dinlemiyorum!’ Böyle deyince, ‘Efendim, kusura bakmayın, biz emir kuluyuz!’ diyorlar.

“‘İstersem Ankara’ya girerim… Benim çok fedakâr talebelerim var, fakat 30 senedir asayişi bozmadım. Masum ve mazlumların zarar görmemesi ve asayişi muhafaza için geri dönüyorum. Fakat sizin için iyi olmayacak!’ deyip ayrılıyor. Polisler de Polatlı’ya kadar takip ediyorlar.

“Ertesi günü bizi serbest bıraktılar. Hemen bir otobüsle Emirdağ’a Üstad’ı ziyarete gittim. Üstad karşıladı… Dedi: ki: ‘Kardeşim! Menderes bizi anlayamadı, bizim ona himmetimizi duamızı bilemedi. Ben yakında gideceğim, onlar da böyle tersyüz olacaklar. Kardeşim! Menderes gözümde elmastan cam parçasına indi. Ben yakında gideceğim, fakat onlar da böyle olacaklar!’ dedi. Üstad kollarını birbiri üstüne yuvarlatarak alt üst olacaklar işareti yapıyordu. Bu hadise, Üstad’ımızın vefatından üç ay kadar önce olmuştu. Hakikaten vefatlarından iki ay sonra da ihtilâl oldu, böyle alt üst oldular. Üstad, başlarına gelecek musibeti söylemişti. Vallahi Menderes, Üstad’ın dediklerini yapsaydı, başına gelen o hadiseler olmazdı.”

BENİ BURADA PARÇA PARÇA ETSELER DE…

“Üstad Hazretleri, emniyet ve asayişi bozucu hiçbir hadisede bulunmamıştır. Kendisi çok vakarlı olduğundan en ufak söze tahammül etmezdi. Ama bir bekçinin, bir mübaşirin hakaretlerine tahammül edip sabrediyordu. ‘Bizim vesilemizle bu memlekette bir hadise olamaz. Çünkü emniyet ve asayiş bozulursa masum ve mazlumlar da zarar görür. Kur’an tutan bir el, hiçbir masumun zararına sebep olamaz’ diye bize daima söylerdi.

“Hatta Ankara’ya iki defa geldi. Birincide Beyrut Palas’ta misafir ettik, üç gün kaldı. Dışarıda jandarmalar, polisler, emniyet koridorunun içine aldılar. Üstad Hazretleri şöyle dedi: ‘Kardeşim! Ne sebeple bu tertibi alıyorlar? Sanki biz bir hadise mi yapacağız? Benim size vasiyetim; beni burada parça parça etseler, yine emniyet ve asayişe dokunamazsınız. Çünkü umum zarar görür, masum ve mazlumlar da zarar görür… Biz hiçbir masumun zarar görmesine hayatta sebep olamayız.’

ÜSTAD’IN YAYINLANMAMIŞ BİR ÇUVAL MEKTUBU VE ARABASI

“Zübeyir Ağabey bir gün, Üstad’ın taksisiyle beraber torbalar halinde Üstad’a ait basılmamış mektupları bana getirdi. Dedi: ‘Kardeşim, bunlar sende kalacak!’ Üstad Hazretleri herhalde ona böyle tembih etmişti. Dedi: ‘Yalnız taksi için 10 bin lira tayınat verin, taksi burada kalsın.’ Biz 10 bin lira tayınatı verdik. Otuz sene Üstad’ın taksisi Risale taşıdı elhamdülillah. Bazen Emniyet bizi takip ediyordu fakat o kadar kuvvetli arabaydı ki biz hemen kaçıyorduk, bizi bulamıyorlardı.

“Hatta bir ara, taksi plâkalıydı. Yetmiş bin liraya plâkasını sattık, o parayla beş bin adet Büyük Sözler bastık. O zaman satarken hatırımıza gelmemişti; plâkası için İstanbul’a gittik, hurda bir araba alarak plâkasını ve motor numarasını ona aktararak yine trafiğe çıkabildik. Sonra da kardeşler bizim haberimiz yokken onu Isparta’ya götürdüler. Artık orada ziyaret ediliyor.

“Zübeyir ağabeyin getirdiği torbaları birkaç ay sonra başladık açmaya. Daha evvel hapisler, takipler, tevkifler olduğundan onlara bakmaya zaman olmamıştı. Hakkımızda 25 mahkeme oldu, sekiz-on kere hapse girdik. Şimdi o torbalarda bütün Türkiye’den ağabeylerden, âlem-i İslâm’dan gelen mektuplar çıktı. Çok garip mektuplar gördük orada. Onları inşaallah bir lâhika olarak neşredeceğiz.”

1958 İzmir Risale-i Nur davası. Sağda Said Özdemir Ağabey

ÜSTAD’IMIZIN BEŞ TANE TEVAFUKLU KİTABI VARDIR

“Biliyorsunuz, beş tane tevafuklu kitap var.

“Birincisi: Mu’cizat-ı Ahmediye Risalesi. 300 mucize bulunan 150 sayfalık bir risale. Sekiz müstensih ayrı ayrı yazmışlar. Bir de bakmışlar ki hepsinde Peygamber’imizin (a.s.m.) isimleri alt alta, üst üste, yan yana gelmiş. Bu kitabı tabettik.

“İkinci kitap: Mucizat-ı Kur’aniye. ‘Kur’an’ kelimeleri hep aynı tevafuklu. Bu kitap da elimizde, inşallah yakında tabedeceğiz.

“Üçüncü tevavuklu kitap: Yirmi Dokuzuncu Söz. 40-50 sayfalık… Bir bakıyorlar ki bütün satır başlarına ‘Elif’ler gelmiş… Bakıyorsunuz burada 16 elif, burada da 16 elif, ama hiçbir sıkıştırma zorlama yok. Normal yazılmış gitmiş… Beş yüz bir elif var. ‘Said Nursî’nin de ebced değeri 501.

“Dördüncüsü: İşaratü’l-İ’caz. Bu risale harpte at üstünde kurşunlar yağarken yazdırılıyor. Üstad Hazretleri bana İşaratü’l-İ’caz’ı verdi: ‘Bunu basacaksınız ama aslî şekliyle; satır hangi harfle başlamışsa öyle, hangi harfle bitiyorsa aynı olsun’ dedi. Elhamdülillah bir dizgi tutturduk, Üstad’ın dediği gibi dizildi, basıldı… Burada beş tane ‘he,’ orada da beş tane ‘he’ var. Burada 10 elif, orada da 10 elif… Üstad, Rumuzat-ı Semaniye’de kısmen bunların hikmetlerini beyan ediyor.

“Beşinci Risale: Âyet-ül-Kübra Risalesi’nin İstanbul’da basılan ilk nüshasıdır. Onda da tevafuklar var. Henüz elime geçmedi, geçtiğinde tabedeceğiz.

“Peki, tevafuk nedir? Tevafuk, hizmetin makbuliyetine işaret eden harikulâde bir alâmettir. Üstad’ımız bunu şu temsille anlatıyor:

“‘Mesela benim avucumda nohut, leblebi, üzüm, buğday gibi maddeler bulunsa, ben onları yere atsam, üzüm üzüme, leblebi leblebiye karşı sıralansa hiç şüphe kalır mı ki, elimden çıktıktan sonra gaybî bir el müdahale edip sıralamasın? İşte hurufat ve kelimat o maddelerdir, ağzımız o avuçtur.’ (Barla Lâhikası, 315)

Said Özdemir Ağabey Bayram ziyaretine gelen Nur Talebeleri ile beraber

RİSALE-İ NURLARIN İLK DEFA RADYODA REKLÂMI

“Ankara’da risaleleri basıyoruz. İstiyoruz ki her taraf duysun… O zamanlar televizyon yok, bir tek Ankara Radyosu var. Dedik: ‘Acaba Ankara Radyosunda Risale-i Nurların reklâmını yaptırabilir miyiz?’ Bir ilân yazdık, Sıhhıye’deki radyo idaresine verdik. Adam da muhtevasına bakmadan kelimeleri saydı, ‘Burada 30 kelime var, kelimesi 10 liradır. Bir günlüğü 300, iki günlüğü 600, üç günlüğü 900 lira yapar’ dedi. O zaman para kıymetli! Bir kardeş 900 lira verdi. ‘Ne zaman yayınlansın?’ dedi. Dedik: ‘Herkes evine geldiğinde çayını kahvesini içerken…’ Sonra her tarafa haber verdik, ‘Risale-i Nurlar bütün dünyaya ilân edilecek!’ diye…

“Hakikaten o dakika geldiğinde Ankara Radyosu spikeri: ‘Risale-i Nur, Risale-i Nur… Müellifi, büyük İs- lâm mütefekkiri Bediüzzaman Said Nursî. Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şualar, Asâ-yı Mûsâ çıkmıştır. İsteme adresi: P.K. 434. Risale-i Nur, Risale-i Nur… Müellifi, büyük İslâm mütefekkiri Bediüzzaman Said Nursî.’

Kardeşlerle bayram yaptık, bütün dünya Risale-i Nurları duydu…

“Ertesi günü yine aynı saatte bütün kardeşlerle kulaklar radyoda, bekliyoruz. Baktık ki yok! Üçüncü gün yine yok… Koştuk idareye: ‘Para verdik niye bizim ilân okunmuyor?’ dedik. Adam: ‘Kardeşim, siz bizi kandırmışsınız! Reisicumhur Celal Bayar bizzat telefon açtı; bize öyle hakaretler etti, öyle azarladı ki…’ ‘Kardeşim biz para verdik!’ dedikçe, ‘Kardeşim, paranı al git…’ dedi. Neyse bu bile bize yetmişti… Bundan sonra mahkemelerde hâkimlere: ‘Hâkim bey, bu kitapları devlet radyosu bile ilân etti’ diyor, hâkim de radyoya sorunca ‘Evet’ cevabı geliyor. ‘Öyleyse beraat!’ diyordu.

“Erzincanlı Refet (Kavukçu) kardeş bir ara renkli yağlıboya levhalar yaptı. ‘İman insanı insan eder, belki insanı sultan eder. Hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir. Sultan-ı Kâinat birdir…’ Bunları biz 40 (Belediye) otobüse parasıyla astık. Bir hafta gezdi, farkına varmadılar. Sonra farkına varınca genel müdür beni çağırdı: ‘Yahu ne biçim reklâm bu? Bunlar yasak…’ O bir hafta da bize yetmişti. Bir keresinde de Ankara garına astık, onlarda resimler de vardı. Orası çok yüksekti. Kardeşlere işçi elbisesi giydirdik. Herkes zannediyor ki bunlar işçiler!

MAHKEMEDE 100-150 ÇOCUĞA DERS NASİP OLDU

“Bir sene İhlâs Nur Takvimi’ne, Risale-i Nur’dan vecizeler alarak bastık. Meğerse savcılık, bu vecizeleri suç addetmiş. Bizi mahkemeye verdi, hem de ağır cezaya… Mahkeme günü geldi, bizi çağırdılar gittik. Ben tam hâkimin karşısında ifade vereceğim. Bir de baktım, arkada bir gürültü… Patır, patır, patır… İlk mektep çocukları… 100-150 kişi var… Mahkeme salonunu doldurdular. Meğerse öğretmenleri onlara bazı şeyleri göstermek için gezdirirmiş. ‘Bir de mahkemeye götüreyim, mahkemeyi de görün’ demiş. Tam da bize tesadüf etmiş… Çocuklar oturdular. Hâkim de şaşırdı, ‘Bunlar nereden geldi!’ diye… Dedi ki: ‘Çocuklar, burası sine- ma salonu değil bak, dikkatle dinleyin.’

“Sonra hâkim o vecizeleri birer birer okumaya başladı. ‘Sultan-ı Kâinat birdir. Her şeyin anahtarı Onun yanında, her şeyin dizgini Onun elindedir. Onu bulsan her matlûbunu buldun, hadsiz minnetlerden korku- lardan kurtuldun.’

“‘Bunu nereden aldın?’ dedi. ‘Efendim, Mektubat’tan aldım. Mektubat’ın da beraat kararı var. Altı tane beraat kararı var, isterseniz bir nüshasını size vereyim…’ O vecizeleri birer birer okudu, bana beraatları tek tek sordu. Sonra savcıya sordu: ‘Ne diyorsun?’ Savcı da: ‘Efendim, bu vecizeleri aldığı kitapların beraat kararlarını gösterdiğine göre yapacak bir şey kalmadı, beraatını istiyorum’ dedi. İki tarafındaki hâkimlere de sordu, onlar da başlarını salladılar. ‘Said Efendi! Senin hakkındaki karar beraattır’ dedi. Beraat deyince çocuklardan bir alkış koptu ki… Onlar için de bir ders yapılmış oldu…

ÇEŞME’DE ODAMA BÜYÜK BİR YILAN ATMIŞLARDI

“Risale-i Nur hizmetlerinden uzaklaştırmak için bizi İzmir-Çeşme’ye Müftü yaparak sürdüler. Ama Çeşme sefahat yeri, camilere kimse gelmiyor. Kaymakam, Belediye Reisi daha beni tanımıyor. Onlara dedim: ‘Camilere kimse gelmiyor, belediye hoparlörünü verin oradan vaaz edelim.’ Elhamdülillah orada herkesin duyacağı şekilde Risale-i Nurları okumuş olduk. Amma 10-15 gün sonra bizim dosyamız gelince anlamışlar ki, Kaymakam ‘Tamam’ dedi.

“Ankara’da İhlâs gazetesi çıkarıyorduk, Cemal Gürsel kapattırdı. İzmir’de Uhuvvet’i çıkarttık, onu da kapattılar. Zülfikâr’ı çıkarttık. O zaman Agora’da bir medrese tuttuk. Kaymakama emir vermişler ki; arkasından kurşun atılacak adam diye… Hatta o zaman odama büyük bir yılan atmışlar. Allah’tan yakaladık, başını ezdik attık… ‘Dediler bu yılan bizim buralarda olmaz, dışarıdan atmışlar, aynı gün de doktora izin vermişler.’

“Ahmet Feyzi Ağabey, gazetede (Faruk) Güventürk Paşa’ya cevap veriyordu: ‘Sen Türk’ün paşası değil, malum zihniyetin maşasısın!’ diye… Paşa tabi bize çok kızmış ki, beni göndermiyor… Emniyete, karakollara haber veriyor bıraktırmıyordu. Ben Seferihisar’a geldim, bir yük kamyonuyla Ankara’ya geldim. Ankara’ya haber geldiğinden bizi içeri aldılar.”


1“Bilirsiniz ki, kendim sadaka ve yardımları kabul etmediğim gibi, öyle yardımlara da vesile olamadığımdan, kendi elbisemi ve

lüzumlu eşyamı satıp o parayla kendi kitaplarımı, yazan kardeşlerimden satın alıyorum. Tâ Risale-i Nur’un ihlâsına dünya menfaatleri girmesin, bir zarar vermesin ve başka kardeşler de ibret alıp hiçbir şeye alet edilmesin.” (Emirdağ Lâhikası, 273)


Ağabeyler Anlatıyor 1